BÜYÜYÜNCE NE OLACAKSIN SEN?


Küçükken hepimiz duymuşuzdur bu soruyu… Hayat, dış dünya ve gelecek bu soruyla canlanmaya başlamıştır kafamızda… Sonra hayal kurmaya başlamıştık bütün saflığımızla, çocuktuk çünkü. Daha körelmemişti zihnimiz bir sürü formalite müfredatla. Çoğumuz ilk başta hâkim, doktor, mühendis vs. olmak istemiştik. Niye? Dünyada başka meslek yoktu ya o yüzden… Şaka şaka… O kadar da cahil değildik elbette ama… Ailelerimiz kapitalizmin yaydığı sosyal radyasyondan öyle bir etkilenmişti ki… Hepimiz başarıyı, mutluluğu ya da huzuru diyelim… Para harcamak ve güçlü olmakla eş anlamlı zannettik ve o hevesle kâh doktor olduk kâh mühendis kâh savcı…
Yaşımız ilerledikçe hiçbir şeyin hayal kurmak kadar basit olmadığını öğrendik. Hayat, çocukluktaki gibi öyle oyun oynamaktan, çizgi film izlemekten ibaret değildi. SINAV! Diye bir kelime girmişti hayatımıza. Sınav dediysek öyle hayat bilgisi, çarpım tablosu sorulan sınav değil… Boyuna ufacık ufacık daireler doldurduğumuz, adının değerli devlet büyüklerimiz tarafından can sıkıntısıyla ikide bir değiştirildiği büyük sınavlar… SBS, OKS, ÖSS vs. gibi… Bu üç harflilerden hayatımız boyunca az çekmedik tabi.
Ortaokul okurken iyi bir lise, lise okurken iyi bir üniversite, üniversite bitince devlette ya da başka bir yerde iş derken… Bir sınavla hep muhatap olduk durduk. Bu arada ortada hayal meyal de kalmadı tabi… Toplumsal iradenin belirlediği temel yargılar çerçevesinde hayatta kalmak için daha önce test edilmiş ve güvenliği teyit edilmiş yollar aramaya başladık kendimize. Yeğenim! Diye başlayan cümlelere kulak kabartıp gelecek üzerine bir çıkış yolu aradık durduk. Bazen “ulan! şu devlete bir sırtımı dayasam” dedik, bazen de taşeron dünyalarda 10 liraya aldığımız kişisel gelişim kitaplarında öğrendiğimiz tekniklerle bir mucizenin peşinden koştuk… Ve en sonunda iyi kötü artık kısmette ne varsa bir mesleğimiz oldu ve yaşamaya devam ettik…
Yalnız atladığımız bir şey vardı. Biz de ailemiz gibi kapitalizmin çarkına girmiş ve zehirlenmiştik. Mutlu değildik ve sahip olduğumuz hiçbir şey bize tat vermiyordu. Çünkü çocukluktan bu yana “Şükür” yerine “Biraz daha ” anlayışı ya da “Doyumsuzluk” psikolojisi zihnimizin her köşesine enjekte edilmişti. Peki, neden böyle olmuştu? Bu huzursuzluk bize özel de değildi sadece… O hayallerini kurduğumuz meslekleri yapanlardan da mutlu olmayan vardı, o hayallerin ortasına doğanlardan da. O zaman mesele başka bir şeydi. Huzur, son model arabalarla, yüksek maaşlarla ya da bir şey başarmakla doğru orantılı olmayan bir duyguydu. Kim de veya neyde olduğu da belli değildi bu huzurun. Bazen bir dilim ekmekte, bazen bir bardak çay da bazen de küçük bir çocuğun gülümsemesinde çıkıyordu karşımıza. Tabi bizim de kafamız karıştı… Sıkıntı neredeydi acaba?
Aslında her şey en başından yanlış gitmişti. Öğrenmek için, bu hazzı yaşamak için, dünyayı ve hayatı keşfetmek için okula gitmek yerine meslek sahibi olmak için okula gitmiştik. En başta sorgulamayı öğrenmemiz gerekirken, itaat etmeyi öğrenmiştik… Tabi kapitalizmi başka nasıl kabullenebilirdik ki… Zihnimiz gerekli gereksiz onca bilgi ile dolup durdu. Ezberlemek gibi anlamsız bir işle test edilip durduk. Hangi sınavla ne ölçülüyor, bu sınavlar niye sürekli değişiyor, biz niye sınava giriyoruz bir türlü anlamadık. En kötüsü de hiç sorgulamadık ve kabullendik hayatı. Sokrates , “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez ” der. Hayatı sorgulamayıp, bir de onun sıradanlığına kendimizi bıraktığımızda da işte karşımıza “Huzursuzluk” dediğimiz ya da “Hayatı anlamsız bulma” dediğimiz sorunla baş başa kaldık.
Ne yapmamız gerekir bilemiyorum ama… Bence… En başta sürekli isteyerek mutlu olunamayacağını anlamamız gerekiyor. Sonra işe kendimizi ve hayatı anlamaya çalışmakla başlayabiliriz. İşte buna da sorgulamak diyoruz zaten. Tabi elimizde telefonla, karşımızda bilgisayarla bu iş pek mümkün değil. O yüzden sanal dünyadan biraz uzaklaşıp kendi iç dünyamıza yönelmek, antidepresan almaktan kesinlikle daha iyi bir çözüm olacaktır… Merak etmeliyiz bolca. Merak ettikçe hayatımız renklenecek ve zihnimiz körelmeyecektir… Başarı kelimesinin anlamını zihnimizde değiştirmeliyiz bir de. Başarmak demek illa bir şey elde etmek ya da yüksek statülü bir işte çalışmak demek değildir. Eğer gerçekten inanarak ve isteyerek bir mücadele vermişseniz sonuç ne olursa olsun kazanan taraf siz olursunuz. Çünkü bir insan olarak bundan ötesi bizim elimizden gelen bir şey değildir. Bu sebeple yapmamız gereken tek şey: aldığımız her nefese bir anlam katmak ve hayata kendimizden bir şeyler katmaya çalışmaktır… Ve sonuç olarak gerçekten yaşamanın tadına bu sayede varırız… Evet gerçekten yaşamak…. Eğilip bükülmeden… Kırıp dökmeden… İnanarak yılmadan… Ve… Giderken arkada hoş bir sada bırakacak şekilde…
ONUR ORUÇ
