HEP Mİ KOŞMALI
DURUP;
Güneşin sıcaklığını ve dokunuşunu hissetmeye; oturup baharın-yazın getirdiği, varlığı insana umut veren çiçekleri koklamaya,
Tabi en önemlisi hayatın bunca karmaşasından, insanların birbirine omuz atarak ilerlemesinden ve düşüncelerimizi aşındıran bu suni gürültülerinden sıyrılıp sakince iç sesimizi dinlemeye
YOK VAKTİMİZ.
Peki gerçekten vaktimiz mi yok? Yoksa biz iyileşmeyi istemeyen ama asla hastalığından şikayet etmeyi kesmeyen garip varlıklar mıyız? Evet hep söylenir dururuz. Bıktım bu şehrin kirinden pasından. Emekli olunca mutlaka sakin bir yere yerleşmeliyim…
Der dururuz. Ama emekli olabileceğimizin, yani o yaşa kadar ölmeyeceğimizin garantisini kim verdi ki bize?
Dün geçti, yarın bilinmez. Yaşam bugündedir. Bizim yaşadığımız tek zaman bugün, hatta bu “an.” daha fazla değil bir insan.
Şu nefes alıp verdiğimiz her saniyede bizim en büyük mutluluğumuz, en büyük hüznümüz, en güzel vaktimiz yer alıyor olabilir. Bu yüzden mutlu olmayı başka baharlara ertelemek yerine, benim de tam bunları yazmayı düşünürken neden bir banka oturup yazmıyorum ki dediğim tam şu anda, bu baharda bu ömrümüzün yaşanabilir- mevcut tek hali ile gülümseyebiliriz. Kendimize, yanımızdan geçen kot ceketli kadına, kıvırcık saçlı erkeğe… Gözlerimizi kapatıp yüzümüzü güneşe döndüğümüzde, büyük şehirde pek rastlayamadığımız kuşların ciyaklarını duyduğumuzda, baharın tüm kokularını burnumuza çektiğimizde; işte o zaman yaşamın çarkında erimekten belki yalnız o an için kurtulacağız.
Hissetmek yaşamın en muhteşem sırrı ise, bu sırrı kendimizle çok sık paylaşmalıyız belki de. Sürekli acelesi olan bizler, ölmeyecek miyiz? Neyi, nereye yetiştirmeye çalışıyoruz? Bu acelemizin faydası kime? Birkaç dakika kuş olsak, biraz çiçek olsak, güneş olsak, kısacası kendimiz olsak?
Burcu ALKAN