Hovarda Alemi- Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Bir Analiz
Bu yazımda, Hovarda Alemi adlı kitabın, toplumsal cinsiyet ve sosyal bilimler bağlamında analizine yer verdim.
Toplumsal Cinsiyet rolleri hakkında günümüze kadar bir sürü araştırma ve çalışma yapılmasına rağmen, taşra bağlamında çok çalışma olmaması araştırmaları sığlaştırmaktadır. Ayrıca Osman Özarslan’ın bu çalışması, “taşra ve eğlence hayatı” kavramlarını birleştirerek bu alanda ilk çalışmayı ortaya koymuştur. Benim için bu çalışmayı özel kılan sebeplerden birisi budur. Diğer bir sebep ise yazarın, benim de memleketim olan Burdur üzerinden taşraya farklı bir bakış açısı daha sağlamasıdır. Böylelikle çalışmaya duyduğum ilgi ve gösterdiğim özen artmış oldu.
Böyle bir araştırmayı, özellikle de taşrada bir erkeğin yürütmesi pek de şaşırılacak bir şey değil. Çünkü “modern kent” olarak nitelendirdiğimiz şehirlerde bile bir kadının toplum nezdinde normal görünenin biraz ötesinde bir konuda kamuoyu yoklaması yapması, karşı cinsten birinin yapmasından daha zor olduğu su götürmez bir gerçektir. Maalesef ki 21. Yüzyılda ilerleyebildiğimiz yol ancak buraya kadar gelebildi.
Yazar, taşrada eğlenceyi tanımlamaya başlarken “sıkıntı” kavramı üzerinden inşa ediyor. Fakat bu sıkıntı aslında modernizm ile birlikte üretilen kavramlardan yalnızca birisi. Modernizmin zıtlıklardan faydalanarak etkisini artırdığı iki kelimedir; eğlenceli ve sıkıcı. Modernist bakışa göre; büyük ve gelişmiş şehirlerin sahip olduğu çeşitli avantajlar, buraların eğlenceli olmasını sağlıyordu. Hâlbuki merkeze uzak kırsal veya taşra olarak adlandırdığımız; içerisinde küçük şehir, kasaba, köylerin bulunduğu taşra ise bu avantajlara sahip değildi ve doğal olarak sıkıcıydı. Bu sıkıcılık ve eğlenceli olma durumu modernliğin ürettiği ve nitelendirdiği kavramlardır. Çünkü modern öncesi dönemlere baktığımızda sıkıntı olgusuna daha olumlu ve farklı bakıldığını görebiliyoruz. Örneğin “sıkı can iyidir çabuk çıkmaz” gibi bir atasözümüz vardır. İlk filozoflara ve Antik Yunan dönemlerine baktığımızda sıkılmanın ve dolayısıyla felsefe üretebilmenin asil ve özel insanlara mahsus olduğu düşünülürdü. Günümüze geldiğimizde ise mutlu olmak, sıkılmamak ve sadece olumlu duygularla yaşamak için elimizden geleni yaptığımızı belirtmek gerekir. Yalnızca olumlu duygulara sahip olma isteği ruhumuzu yozlaştırdıkça yozlaştırmaktadır. Aslında taşranın “sıkıcı” olarak tabir edilmesi, Sanayi Devrimi ve ardından gelen modern şehirlerde farklı eğlence deneyimlerinin üretilmesi ve teşvik edilmesi sonucudur.
Genel çerçeveye baktığımızda ise; erkeklerin eğlenmesi kadınların eğlenmesinden daha önemli görülmüştür. Erkeğin eğlencesinin türü ile kadınınki oldukça farklıdır. Toplumun özellikle taşradaki kadınlara biçtiği role baktığımızda; kadın gündüz evdeki işlerini yapar, örgüsünü örer, çocuğuna bakar, vakit buldukça komşu kadınla sosyal iletişimde bulunur akşam olur sofrayı hazırlar ve eşinin emrine amade bir şekilde gününü tamamlar. Ertesi gün ve ertesi diğer günlerde de bu düzen devam eder.
Toplumun erkek için öngördüğü rol ise daha farklıdır. Erkek evde reis olarak saygı bekler, hizmet bekler. İşe gittiğinde kimi zaman ezer, kimi zaman ise ezilir. Kahvehaneye gider, istediği kişiyle istediği kadar sosyal bağ kurar. Eve girme saati yoktur. Paşa gönlünün dilediği zaman eve dönebilir. Bu hayatına kendince farklılık ve eğlence katmak için ise öncesinde meyhane olan daha sonra meyhanelerin boyun eğmek zorunda kaldığı gazinolara gidebilir. Orada içkisini içip, konsomatris kadınlarla iletişim kurup kendi oluşturduğu erkekliğe uygun olarak rol oynayabilir. Tabi ki hesap vermek zorunda olduğu herhangi bir kişi yoktur. Çünkü erkektir o. “Elinin kiri”dir yaptıkları. Erkekler yaşamdaki farklı rollerini farklı yerlerde faaliyete geçirir ve bu konuda sorgulanamazlar. Aksine kadınların üzerine yazılan tek rol vardır. O rol de evde oynanır. Örneğin bir kadın olarak, yaşadığım köyde geç saatte kız arkadaşlarımla dışarıda yürüyebilmeyi gururla anlatabiliyorsam ve bunu adeta bir cesaret örneği olarak kabul ediyorsam; bu bize hem toplumun yapısına dair bir izlenim verir hem de eğitim almış olmanın bile toplumun uygun gördüğü rollerde etkili olmaya devam ettiğini gösterir. Bu durum Arzu Çur’un “Taşra’nın Yurtsuzları” makalesinde anlattıklarını çağrıştırdı.
1990’lı yıllarla birlikte yalnızca erkek müşterilerin olduğu; aşçı, garson gibi konumların dışında da kadın çalışan bulunmayan meyhaneler; yerini konsomatrislerin de yer aldığı gazino tipi eğlence mekanlarına bıraktı. Böylece erkeğin kamusal özgürlük alanlarından birisine kadınların çok yakından dahil olduklarını görüyoruz.
Taşra adlandırmasının temeline indiğimizde ise başta mesafe kavramı belirleyici etmen olmuştur. Günümüzde ise çoğu mesafeler artık daha kolay şekilde aşılabilmektedir. Bu sebeple taşranın mesafe ile ilişkilendirilmesi yerine merkezi şehirlerde olan “şeylerin” olmadığı yer nitelendirmesi oluştu. Taşranın, yaşadığım için yakınen de bildiğim bir özelliği vardır: İnsanlar güneşin doğuşu ile birlikte uyanır, hayvanları varsa onlarla ilgilenir, tarlası varsa onunla ilgilenir, akşam yemek yer, çay içer ve geç olmadan uyur. Bu her gün aynı devam eder. Düzen ve durağanlık vardır. Modern dünya görüşü ile birlikte durağan olana olan ilgi giderek azaldı ve şehir hayatının “bugün başıma neler gelecek acaba” bilinmezliğine evrildi. Halbuki komşunun tavuğunun kaz görünmesi misali; taşradan bakıldığında şehirdeki yaşam heyecanlı, sürpriz dolu ve “eğlenceli” diye tanıtılıyordu çoğu kitle iletişim aracı vasıtasıyla. Gerçek hayatı incelediğimizde şu soruyu sorabiliriz. Şehirde kaç aile dışarıda yemek yiyebiliyor? Ya da kaç kişi sosyal aktivitelere vakit ayırıp kendini geliştirebiliyor? “Elit” diyebileceğimiz bir azınlığın sahip olduğu bu avantajlar ise sanki genel bir durummuş gibi gösterildi. Bu sebeple bunlara sahip olamayan şehirdeki taşralı erkekler veya “uzaktaki taşralı erkekler” gazino gibi mekanları benimsediler. Orada ailenin yeri yoktu. Ve kendisine uygun bir zamanda gidebileceği bir yerdi.
Batı tarzı balo ve danslı eğlenceler, geleneksel olmayan oyunlar artık modern yaşamın bir göstergesi olmuştu. Ayrıca Yeşilçam kuşağı dediğimiz dönemde de gerek Kemal Sunal filmlerinde gerekse diğer bilindik kadın oyuncuların yer aldığı filmlerde köyde yaşayan cahil, saf, görgü yoksunu insanların birilerine had bildirmek amaçlı kendini dönüştürdüğünü, “kafasında kitap taşıyarak” modern olmayı, kibar konuşmayı öğrendiğini görüyoruz. Taşrada yaşayan kişi, şehirli züppeye kendini kanıtlıyor ve kimi zaman bu çatışmadan aşk da doğuyor. Defalarca keyif alarak seyrettiğimiz bu filmlerde hem böyle bir mesaj veriliyor hem de dönem adına sosyolojik bir bakış açısı sunuyor. 1950’lerde Amerika ve onun olgularıyla yakınlaştığımızda hayatımıza Hollywood filmleri ve Amerikan tarzı TV programlarının girmeye başladığını görüyoruz. Ek olarak gece kulüpleri, yeni eğlence mekanları, çizgi roman kültürü de bu dönemde ülkemizin şehir hayatı gündeminde yer almaya başlıyor. Kapitalizmin, tüketilebilecek olan mal ve deneyim üretmekte oldukça başarılı olduğunu bir kere daha görmüş oluyoruz. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Rus ve Ukraynalı kadınların da yine hayatını sürdürebilmek adına Türkiye’ye gelerek gece kulüplerinde rol oynadığını görebiliyoruz. Gece hayatına kadınların da dahil olmasıyla birlikte toplumun bazı dinamiklerinde değişimler meydana gelmiş oldu. Bu durumdan ise en çok mekan sahipleri ve arabuluculuk yapan kişiler fayda gördü. Gece hayatının da dönüşümüyle birlikte eğlence artık “araçsallaşmıştı”. Amaç eğlenmek değil, kapitalist üretim biçiminin para kazanabilmesi adına bir araç bir “meta” idi. Kadınlar da bu metalaşmanın maşası haline getirildi.
Şehir hayatına özenen taşra erkeklerini 80’li yıllarda bir “farklılık” bekliyordu. 1980’lerde kentlerde gördüğümüz dönüşüm ve hızlanan yoksullaşmanın etkisiyle birçok kadın hayatını devam ettirebilmek adına gazino, genelev gibi mekanlarda çalışmaya başlamak durumunda kaldı. Şehirlerde artan konsomatris ve seks işçilerinin gözden düşmüş olanları zamanla Özarslan’ın tabiriyle taşraya “ihraç” edildi. Böylelikle şehir tipi bir eğlenceye kavuşmuş oldu taşra erkekleri. Kendi kurdukları ve kurguladıkları farklı erkeklikler oluşturup bunları “yeni tip” eğlence mekânlarında sunma fırsatı elde ettiler.
Osman Özarslan bu çalışmasında erkeklerin kendilerini kurguladıkları genel çerçevede 3 tip erkeklikten bahseder. Bunlar; paralı erkek, belalı erkek ve yakışıklı erkektir. İlk ikisi taşranın gece hayatında aktif eleman iken yakışıklı kategorisindeki erkekler bu hayatın dışında olmalarının avantajı ile konsomatris kadınlarla etkileşim içindedir aslında. Konsomatris kadının onu seçme nedeni o hayatta aktif rol oynamamasıdır. Gece hayatının ögelerinden birisi ile duygusal ilişki yaşamak, kadının konumunu konsomatrislikten “yenge”ye çıkaracak(!) ve para kazanma imkânını elinden alacaktır. Ayrıca aslında oldukça zorluklar yaşadığı ve iğrendiği o hayatın dışından birisi onun özgürlük alanını oluşturacaktır. Yakışıklının kadının hayatında var oluş sebepleri bunlardır. Fakat kadın, o hayatta öğrendiği şekilde ilgi gösterdiği için geçmişte “masum-saf” olan yakışıklı zamanla gece hayatındaki diğer erkekler gibi onu suistimal etmeye başlar.
Yazarın belalı olarak adlandırdığı erkek tipi ise bildiğimiz “ağır abi” olan veya olmak isteyen erkeklerdir. Gece hayatındaki erkekler aleminde üstünlük sağlamak adına kavgalarını, yara izlerini, çilesini ve fedakarlıklarını sergilediğini görüyoruz. Tayfun Atay’ın tarih (history) kelimesine he-story benzetmesini yapması çok dikkatimi çeken ve beğendiğim bir ifadeydi. Aslında “belalı erkek” kahramanlar tarihinde kendi yerini almak istemektedir. Aslında erkeğe de zarar veren bu sistem içerisinde bu geçmişte böyle olagelmiş bir olgu halini almıştır. Erkeklerin yıllar geçse bile hala askerlik anılarından büyük keyifle bahsetmesini bu durumun bir yansıması olarak görüyorum. Ayrıca hem dünya edebiyatında hem de Türk edebiyatında; Türk kahramanları oldukça sık görüyoruz. Uyuyan güzeli öperek kurtaran prens, dağları delen Ferhat, cesur Köroğlu…diye uzayan bir liste yapılabilir. Duygu Asena’nın sorguladığı gibi; “ Kahramanlar Hep Erkek?” Erkeklerin kahraman olmayı kendileri mi istediklerini yoksa zorunda mı kaldıklarını da soruyor ve ekliyor. Kahraman olmak gerekli mi gerçekten? En eski destanlarımızdan biri olan Tirseoğlu Boğaç Han destanında erkek çocuğa kendini kanıtlayana kadar isim verilmemesinden bahseder. Oğlan olmaktan erkek-adam olmaya geçmek için cesaretini gösterecek birtakım fiillerde bulunmalı ki toplum onu kabul edebilsin. İşte belalı da toplumun onu kabul edebileceği bile yol olarak bunu kullanmaktadır. Gece hayatında hegemonyasını kahramanlıklarıyla sabitleştirir. Artık en azından o mekan bağlamında “vardır”.
Yazarın paralı olarak adlandırdığı diğer bir gece hayatı aktörü erkek ise yine statü sağlamak ve erkekliğini inşa etmek adına parasını kullanır. Kimi zaman pek de bol olmayan parasını hatta. Konsomatris kadınlara en pahalı olan içki ve ikramı ısmarlayarak konumunu yükseltmeye çalışır. Bu durum ise kadınların ve işyerinin istediği vaziyettir aslında. Çünkü kadın kendisine ısmarlananların ücretinden komisyon almakta ve hayatını devam ettirebileceği parayı kazanmaktadır. Kadının toplumca belirlenen güzellik kıstaslarına sahip olma oranına göre kazandığı para da değişmektedir.
Tüm bu tipolojileri açıkladıktan sonra gazino ile genelevin birbirinden ayrılan kısmına değiniyor Özarslan. Genelevde çalışan kadınlar seks işçisidir ve cinsel ilişki kurmak üzerine işleyen bir sistemde yer alırlar. Fakat konsomatris kadınlar, cinsel ilişki olmaması adına belirli taktiksel hareketlerde bulunurlar. Onların oradaki asıl varlık sebeplerinin muhabbet, dertleşme, sosyalleşme ve erkeğin kendi erkekliğini sözde inşasına “şahit olmak” için olduğunu hissettirirler.
Yazarın değindiği bir diğer durum ise, neoliberal kapitalizm ile hayatımızın olmazsa olmazlarına giren “borç” kavramı. Eski zamanlarda da borç olmasına rağmen neoliberalizmle birlikte doğacak çocukların bile borçlu olma durumu oluşmuştur. Toplumda borçlanma üzerinden yeni ilişkisellikler kurmuştur. Örneğin borcumuzun olmadığı hiçbir zaman dilimini hatırlamıyorum.
Ülkemize liberalizmin girişinin resmi belgesi diyebileceğimiz 24 Ocak kararlarıyla birlikte kamu sektörü ne kadar mümkünse o kadar daraltıldı ve insanlar kırsalda, taşrada yaşama imkanlarının kalmadığını düşünerek kentlere akın ettiler. Bu durum çoğu tarım sektöründe ücretsiz çalışan kadınların, şehir hayatında oluşan yeni masraflar karşısında yetmeyen erkek maaşının desteklenmesi gereğini oluşturdu. Kadınların formel olmayan sektörlerde daha fazla yer alması ve kazancın yetmediği durumlarda ise kadın olmanın para edeceği alanlara yönelmesine sebep oldu. Ayrıca gece hayatı buradaki kadınlar için de “var olabildikleri” tek yerdi çoğunlukla. Kadınlar burada kendi patronaj sistemleri ile bir öznellik oluşturabiliyor. Fakat bu yalnızca o mekan ile sınırlı bir öznellik alanı olduğundan günlük hayat içerisinde kendisine hastalıklı ve pis gözüyle bakılmasına engel olamıyor.
Burcu ALKAN