Siyaset Sosyolojisi Bağlamında “Iskarta”


Amerikalı yazar Neal Shusterman’ın kaleme aldığı bilim kurgu ve distopya türündeki bu eser, üreme hakları üzerine çıkan bir savaşın sonucunda “Yaşam Kanunu” adı verilen kanunla gerçekleştirilen 13-18 yaş arasındaki çocukların ıskartaya çıkarılması durumunu gözler önüne seriyor. Okuduğum diğer distopyalardan –Fahrenheit 451,Hayvan Çiftliği, Dava, Otomatik Portakal,- oldukça farklı bir kurgusu olan bu eserde bazı yerlerde dehşete düştüğümü söylemem gerekiyor.
Öncelikle ıskartaya çıkarma işleminin “kanun” çerçevesinde yapılan, yani yasal bir meşruiyet zemini olduğunu belirtmek istiyorum. Kürtaj yapan doktorların öldürülmesi ile kadınların fetüs dokusunu satmak için hamile kalması durumunun toplum içerisinde büyük çatışma ve propagandalara sebep olmuş, bu çatışmalar giderek büyümüş ve Can Savaşı adı verilen bir savaşa dönüşmüştür. Bu savaşın bitirilmesi için “Yaşam Kanunu” adı verilen kanunla insanların canı doğduktan sonra 13 yaşına dokunulmaz olarak nitelendiriliyor. Fakat 13-18 yaş arasındaki çocukların ebeveynleri eğer ıskarta sözleşmesini imzalarlarsa çocukları ıskartaya çıkarılıyor ve tüm organları, kanı %99 oranında parçalara ayrılıyor ve başka insanlara ücreti mukabilinde satılıyor. Örneğin bir gözünüz görmüyorsa ıskartaya çıkarılan bir çocuğun gözünü para vererek alabiliyorsunuz. Doktorlardan daha çok cerrahlar ve operatörlerin göz önünde olduğu bu canlı insanlardan organ nakli operasyonlarında ilgili çocukların rızası aranmıyor. Bir politikanın meşruiyeti için illa ki rıza olması gerekmediğini burada görüyoruz. Fakat biz biliyoruz ki bir iktidar yalnızca kaba kuvvet ve şiddet kullanma tekelini elinde bulundurmakla iktidarını elinde tutamaz. Muhakkak rıza gibi bir meşruiyet de sağlanmalıdır. 19. yüzyıldan itibaren iktidarların kendilerinin haklı olduğunu ve kabul edilebilir olduğunu ispatlamak için ideolojik aygıtları kullandılar. Kendilerine uygun buldukları olguları ve kavramları genel olarak tutarlı bir şekilde bir araya getirerek ve bunları da kitleye çeşitli kanallarla empoze ederek, olması gerekenin şu anki mevcut durum olduğuna ikna etmişlerdir. Rıza olmayan bir hükümet etme- yönetilme ilişkisinde bir süre sonra isyan ve karşı çıkışların görülmesi kuvvetle muhtemeldir. Örneğin 1789 Fransız Devrimi, hoşnut kalınmayan yönetime karşı atılan büyük bir adımdır fakat devrim sonrasında “Danton” filminde de gözlemleyebildiğimiz gibi devrim kendi evlatlarını yiyor, karşı çıkılan durumun ta kendisi haline geliniyor. Diktatörlükten kurtulmak için “halkın ve yoksulun” büyük kayıplar vermesine rağmen halk için değişen bir şey olmuyor ve başında Maximilian Robespierre’nin olduğu devrim komitesi, devrime karşı çıkanları- ki aslında komiteye ve idamlara karşı çıkanları- yok ediyor. Özgürlük için canlarını ve kanlarını veren halk asla özgür olmuyor işin özünde.
Kitabın başlarında haşarılığı ve işe yaramaz olarak görüldüğü için ıskartaya çıkarılan Connor karakteri ile tanışıyoruz. Sürekli kavga çıkaran ve ailesine dert haline gelen Connor ile baş etmek için çareyi, onu ıskartaya çıkarmakta bulan ailesi hakkında duygusal olarak hiçbir üzülme emaresi göremiyoruz. Connor’un ıskarta emrini görmesi ve kız arkadaşı ile bu durumdan kaçma planı başarısızlığa uğruyor çünkü kız arkadaşı yarı yolda bırakıyor ve diyor ki “ben ıskartaya çıkarılmadım”.
Bu satırları okuduğumda başta Machiavelli olmak üzere bazı düşünürlerin insan doğası hakkında “insan doğası kötüdür, bencildir, pragmatiktir” görüşlerine katılmaktan kendimi alıkoyamadım. İlerleyen sayfalarda Connor bir kamyoncu ile tanışıyor ve burada organ nakli ile ilgili farklı bir bakış açısı görüyoruz. Kamyoncu bir ıskartadan nakledilen sağ kolunun, diğerinin yapamadığı birtakım sihirbazlık numaraları yaptığını ve kas hafızasının kişi parçalarına ayrılmış olsa bile kalıcı olduğu tezini ortaya atıyor. Benzer durumu ilerleyen bölümlerde beyninin bir kısmı nakil olan bir çocuğun o nakil kısımdaki hedeflere ve kliptomani rahatsızlığına istemsiz bir şekilde uymak zorunda kalışını görüyoruz.
Dev-Yurt denen ve istenmeyen çocukların devlet tarafından barındırıldığı devlet yurtlarında Risa karakterinin yeterince yetenekli bulunmaması ve devletin onu kolayca gözden çıkarmasını görüyoruz. Devleti temsil eden hukuki danışmanın ve yurt müdürünün bu konudaki savunmaları da şöyle oluyor; Her gün istenmeyen bir sürü bebek doğuyor ve devlet “sosyal devlet statüsünde ”olduğu için bunlara bakma zorunluluğu var. Bu sebeple ergen nüfusunun azaltılması gerekiyor. Ayrıca devlet yurtlarında gereğinden fazla öğrenci barındırıldığında eğitim standartlarının tehlikeye düşeceğini belirtiyorlar. Evet, bir ulus devlet için en önemli aygıtlardan birisi milli eğitimdir. Çünkü milli eğitim ile bir kimlik ve ulus oluşturulur. Bütünlük sağlanır ve her birey çocukluğundan itibaren devletin algoritmasına göre yetiştirildiği için siyasi, toplumsal politikalara karşı çıkma oranı çok azalır. Ulus devlet kendini koruyabilmek için milli eğitim, basın, yeni medya, akademisyenler, gazeteciler gibi unsurları çok etkin kullanmak durumundadır. Kitaba dönersek, Risa’nın bu emre karşı gelişini kışkırtıcı buluyorlar ve seçim hakkı bulunmadığını göstermek için de gardiyanların varlığı dikkat çekiyor. Devletin meşru şiddet kullanma tekeli olan tek kurum olduğunu fikrini; polis, gardiyan gibi güvenlik unsurlarını kullanma potansiyelini gösterdiğinde bir kez daha anlıyoruz.
Peki ıskarta işlemi gibi, insanın temel hakkı olan yaşama hakkına aykırı bu durumu yaşan herkesin- ki onlar bu işlem sonucunda bireyin ölmediğini başka insanlarda yaşamına devam ettiğini savunuyorlar- buna isyan ettiğini ve hoşnutsuz olduğunu mu düşünmeliyiz? Hayır. Kitabın üçüncü ana karakteri Lev burada devreye giriyor. Adeta Osmanlı’daki öşür vergisi gibi olan fakat üretilen tahılın değil de çocuğun verildiği bir durum var. On çocuğu olan bir aile onlardan birisini kurban olarak Tanrı’ya armağan ediyor. Bu şekilde ondalık verilecek çocuklar ise doğduklarından itibaren İncil’deki öğretilerle dini ve kutsal bir seremoniye eşlik ediyormuş gibi yetiştiriliyor ve bu dehşet durumun yanlış olduğunu akıllarından bile geçirmiyorlar. Bu şekilde ıskartaya çıkarılan çocuklar daha üst seviyede görülüyor ve ıskarta merkezinde de özel muamele görüyorlar. Burada dini Fundamentalizmi görebiliyoruz. Kitapta yazanların harfi harfine uygulanması devletin genel ypısı olmasa bile bu ideolojinin devlet çıkarına kullanılması hiç de yadırganmıyor. Bu kısımda dikkatimi çeken cümle Lev’in ailesinin dostu olan ve onun ıskarta için yetiştirilmesinde büyük rol oynayan Peder Dan’ın “Tanrı da bunu ister; ilk meyveleri değil, en iyi meyveleri.” cümlesidir. Lev’in okulda çok başarılı, saygın bir çocuk olmasına değiniyor ve kurban olmaya “layık” olduğunu belirtiyor.
Bu üç çocuğun yolları bir şekilde kesişiyor ve kendisinin ondalık olarak kutsandığına inanan Lev’in ispiyonlaması ile ayrılıyor. Daha sonra mezarlık denen, eski bir Amiralin oluşturduğu ve ıskartaya çıkarılan çocuklardan mümkün olduğu kadarının çeşitli yerlerden kaçırılarak tedavülden kalkmış uçakların bulunduğu, Arizona’daki bir alana getiriliyorlar. Burada binlerce çocuk var ve generalin belirlediği çeşitli kurallar var. Her çocuğun yeteneğine uygun bir işe yerleştirilmesi ve itaat etmesi gerekiyor. Amiral kendini iyiliksever bir diktatör olarak tanımlıyor. Ki burada eski zamanlarda diktatör kavramının olumlu anlamlarda kullanılabildiğini hatırlatmak isterim. Bu mezarlık denen yerdeki sistem bir bakıma sosyalizmdeki ihtiyaç unsurunda Marx’ın değindiği “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesine çok benzer bir durum sergiliyor. Aynı zamanda ölmekten kaçtığımız bir yerde de olsa elitizm olgusundan uzaklaşamadığımızı da gözler önüne seriyor. Mezarlıkta çeşitli işlerden sorumlu daha üst düzey görülen Altın Çocuklar adı verilen çocuklar, oranın elit zümresini oluşturuyor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde öğreniyoruz ki devletin bu “ıskartaların kurtarıldığı ve 18 yaşına kadar saklandığı” yerden haberleri var, fakat müdahale etmiyorlar. Çünkü kaçak ıskartaları problem olarak görüyorlar ve bu problemin ayakaltından alınması onları bir uğraştan daha kurtarmış oluyor. Bu durum devletin bazı kanun dışı ve kayıt dışı faaliyetlere izin verebilmesi durumunu hatırlattı.
Söylentiler, dedikodular çabuk yayılmasıyla meşhurdur. Kendini kaos sever olarak tanımlayan küçük bir grup mezarlıkta bir dedikodu yayıyor. Amiral’in aslında bu çocukları kullandığı ve mezarlık dışına çalışmak için güvenli yerlere gönderilen çocukların aslında ıskartaya çıkarıldığına ve amiralin bundan büyük karlar elde ettiğine dair… Bu söylem zamanla yayılıyor ve durumdan hoşnut olmayan çocukların sayısı gittikçe arıyor ve kitaptaki bölümüne “güruh” ismiyle geçen yıkımsal bir kitleye dönüşerek amirali linç etme güdüsüyle onun bulunduğu uçağa saldırıyorlar. Uçağın parçalarını söküp diğer tüm sosyal tesisleri alanları talan ediyorlar. Gustave Le Bon’un da “kitleler hiçbir zaman gerçeğe susamamıştır. Hoşlarına gitmeyen mantıksızlıklar karşısında, gerçekdışı eğer kendilerini çekerse, bunu ilahlaştırarak buna yönelmeyi daha üstün tutarlar. Onları hayallere çekmesini bilenler onlara hakim olurlar ve hülyalarını ortadan kaldıranlar da onların kurbanı olur.” Diyerek özetlediği yığın psikolojisi burada çok net bir şekilde gözleniyor. Dedikoduyu ortaya çıkaran kaos sever de bu kargaşada linç ediliyor.
Kitabın son kısımlarında ana karakterlerin Gençlik Polisi-ıskartalar için kurulmuş özel birim- eline düştüğü ve yine kitle yardımıyla bu durumdan kurtulduğunu görüyoruz. Hasat Kampı adı verilen bu ıskartaların parçalanarak organlarının satıldığı yerde geçen olaylar, yaşam standartları, bedenlerin zinde olması için zorunlu antreman ve spor müsabakaları, ondalıklara yapılan muamele, diğerlerine Belalılar denilmesi, alkışçılık kavramlarını düşünüyoruz. Alkışçıların özelliği vücutlarına patlayıcı bir sıvı enjekte ederek ellerini çırptıklarında patlıyorlar. Bunu patlama anına kadar gerçekten değecek bir sebep için yaptıklarını düşünseler de iş işten geçerken yanlış olduğunu fark ediyorlar. Alkışçılar ile anarşizmi bağdaştırıyorum. Çünkü ikisinin de başta devlet olmak üzere tüm siyasi otoritelere kötü ve gereksiz olarak gördüğünü okuyoruz.
Sonuç olarak farklı bir bakış açısı kazandırdığı için bu kitabı sevdim. İyi okumalar 🙂
Burcu ALKAN

Gerçekten ilginç bir distopya. İçinde gerçeklerden, insandan ve insanlıktan izler taşıyor gibi; üzücü olsa da… Tavsiye için teşekkürler, ellerinize sağlık.
Bazı gerçekliklere parmak basıyor gerçekten. Biz teşekkür ediyoruz sevgili Genç İlter okuru. 🙂 Sevgiler…
Meşruiyetin en temel kaynağının rıza olduğu ve bu rızanın da sağlanmasının en etkili yönteminin kutsal değerlere dayandırıldığını çıkarsadım. Günümüzde büyük kitleleri etkisi altına alan siyasi ideolojilerin de çok benzer şeyler yaptığı aşikar. Kaleminize emeğinize sağlık. 😊🍃
Çok güzel bir yorum. Teşekkür ediyoruz sevgili Genç İlter Okuru ve Yazarı 🙂 İyi günler diliyoruz…